top of page
Ara

Gamsız Bir Gülüş ve Bir Düşün Sonu

Güncelleme tarihi: 28 Tem 2023


Hâlâ yaşayan sevdiğim yazarlardan biri daha 11 Temmuz’da hayata veda etti. Yüzyılın en büyük romancılarından biri olmasına karşın, olması gerektiği kadar ilgi görmediğini düşündüğüm ve vefatına kadar hakkında çok fazla şey yazılmamış olan sevgili Kundera’yı, hem yazarlığa hem de okuruna veda niteliği yaşayan son romanı Kayıtsızlık Şenliği ile analım isterim.

 

Okuduğum yazarların hayatlarına dair bilgi edinmeyi çok sevdiğimden bahsetmişimdir. Bir de sevdiğim bir yazarsa, iyice detaylara girmeye, varsa üzerine incelemeler okumaya falan bayılıyorum. İnsan sevince daha iyi anlamak istiyor.


O yüzden romana geçmeden önce, belki de henüz tanışmamış olanlar için biraz Milan Kundera’dan bahsedelim. Metinlerinde çokça kullandığı şaka temasına yaraşır bir şekilde 1 Nisan 1929’da doğan romancı, Çek asıllıdır. Babası müzikologdur ve kendisi de başta müzik olmak üzere edebiyat, sinema ve estetik alanlarında eğitim almıştır. 1975’te Çekoslovakya’dan sürgün edilerek Fransa’ya yerleşir, 1981’de Fransız vatandaşı olur ve eserlerinin Fransız edebiyatı içerisinde ele alınmasını ister. “Kayıtsızlık Şenliği” de Fransızca yazdığı dört kitaptan bir tanesidir.

 

“Mümkün olan tek direniş vardı: dünyayı ciddiye almamak.”

Kundera eşi Vera’ya, “bir gün içinde tek bir ciddi sözcük bulunmayan bir roman yazmak” istediğini söylemiş. “Kayıtsızlık Şenliği”, Kundera’nın bu isteğini gerçekleştirdiği kitap desek yanlış olmaz. Zira kitap alışkın olduğumuz diğer pek çok metin gibi bir konu veya kurgusal yapı yok. Hatta bu nedenle eleştirmenlerce bir “roman özeti” şeklinde değerlendirilmiş. Kimileri daha ileri giderek metnin ciddiyetten uzak olduğunu ve yazarın ne söylediğinin pek de anlaşılmadığını vurgulamış. Takip edilmesi ve anlaşılması kolay bir metin olmadığı doğru. Fakat zaten Kundera’nın bu metinle ilgili teknik, yani belli bir konu etrafında başı sonu belli bir düzlemde akan olaylar silsilesi yaratmak gibi bir kaygısı yok bana kalırsa. Vurgulamak istediği tek bir kavram var; o da “kayıtsızlık”. Bunu yaparken de kitabın geneline yayılmış ve fakat titizlikle işlenmiş bir ciddiyetsizlik var, evet.


“Bu dünyayı ne tersine döndürmenin ne onu yeniden düzenlemenin ne de bilinmeyene doğru hızla ilerleyen bu uğursuz koşuyu engellemenin mümkün olduğunu anlayalı uzun zaman oldu. Mümkün olan tek bir direniş vardı: dünyayı ciddiye almamak.”


Kayıtsızlık şenliği; Alain, Ramon, Charles, Caliban ve D’Ardelo isimli birbirinden çok farklı beş arkadaşın hikâyesi, bir kukla oyunu. Olaylar 2013 Paris’te geçiyor. Kundera metinlerinde sıklıkla yer alan şakaları, düşleri, melekleri ve tabii Stalin’i burada da görüyoruz. Fakat önceki romanlarına kıyasla bu son kitabında karşımıza daha sevecen, daha anlayışlı ve çok daha boş vermiş bir Kundera çıkıyor. Özellikle “Gülünesi Aşklar”da fazlaca hissettiğim o hüzünlü mizahı, burada yerini gamsızlığa, kayıtsızlığa bırakmış. Kitapta “altındaki insanların sonsuz aptallığını, sonsuz gamsızlığın yükseklerinden gözlemleyen ve onlara gülen” bir Kundera var. Mizah anlayışını kaybetmiş bir yüzyıla bakıyor; şu zamana kadarki gülüşlerinden farklı olarak, gamsız bir gülüşle.

 

Şakaların sonu için bir ağıt


Kundera’ya göre, “önemli/önemsiz ayrımının kalmadığı, her şeyin hafıf yaşandığı gamsız bir dünyada zıtlıklar da şaka da son bulmuştur.”


Bir kavram yok oluyorsa, beraberinde zıttını da götürür. Böylelikle Kundera, ağırlıktan yoksun hafiflik, ruhtan yoksun bedenler, mizahtan yoksun gülüşler, yani geriye kalan kayıtsızlığa döner yüzünü.


Zaten kitabın başlı başına; insanın modaya uyan kitlelere indirgenerek tek tipleştiği, ideolojinin yerini görüntüye bıraktığı bir dünyada, sonunun geldiğini düşündüğü edebiyata bir ağıt niteliği taşıdığını söyleyebiliriz. Ama gönül koyan veya sinirli bir ağıt değil bu. Kayıtsız bir gülüş. Kırk altı yıl önce yazdığı ilk romanı “Şaka”da bahsettiği şu kısmın bir nevi sağlaması:

“Öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, antik ya da yeni mesajlarla dolup taşıyor ortalık. Metinler birbirinin üzerine geliyor, biri öbürünün anlamını yok ediyor ve bu yüzden çözümlenemiyor. Bugün bile tarih, unutulmuşluk okyanusunun üzerine düşen anılar yağmurundan başka bir şey değil, ama zaman ilerliyor ve insanların geriye çekilip uzatılamayan belleklerinin artık kapsayamayacağı ileri çağlar gelecek; bu yüzden, yüzyılların tabloları, müziği, yüzyılların keşifleri, savaşları, kitapları bütünüyle geçmişe gömülecek; bu çok kötü bir şey; çünkü insan kendi kimliğini, kendi tarihini yitirecek; onu artık kavrayamaz, algılayamaz duruma gelecek ve anlamdan yoksun birkaç şematik simgenin dar kapsamına girecek. Binlerce sağır ve dilsiz atlılar, uzaktaki insanlara, acıklı ve anlaşılmaz mesajlar ulaştırmaya çalışacaklar ve hiç kimse onları dinlemeye zaman bulamayacak.”

 

“Tek hissettiğim yorgunluk ve bıkkınlık."

Kitaptaki bir diğer dikkate değer bulduğum kısım, karakterlerin üzerine sinmiş bezginlik ve atalet hâline vurgu. Burada günümüz insanının bu bezginlik ve atalet hâli dolayısıyla pek çok konuda yönlendirilmeye müsait oluşunun güzel bir eleştirisini de yapıyor.


Mesela kitabın bir bölümünde, Luxembourg Bahçesi’nde Chagall sergisi gezmek için müze önünde kuyruk oluşturmuş insanların (ki bu da onların sanat aşkından kaynaklanmaz aslında), aynı zamanda bahçedeki tarihi ve sanatsal eserlerle, doğal güzelliklerle hiç ilgilenmiyor oluşları iyi bir kayıtsızlık betimlemesi.


“Şunlara bak! Birdenbire Chagall’ı sevmeye mi başladılar sence? Nereye olsa gitmeye, ne olursa yapmaya hazırlar, bunun tek sebebi de, sahip oldukları zamanı nasıl öldüreceklerini bilmemeleri. Hiçbir şey bilmiyorlar, güdülmeye göz yumuyorlar.”


Kitaptaki bu kısım, bana Contemporary İstanbul’daki gözlerine hoş gelen bir yerde veya bir eserin önünde kendilerince havalı fotoğraf çekmeye çalışan influencer’ları hatırlatmıştı. Contemporary İstanbul’un, son birkaç yıldır sanatseverlerin ziyaret ettiği bir sanat sergisi olmasından ziyade, orada olduğunu gösteren ‘hikâyeler’ paylaşmak için özellikle hazırlanarak giden ve önceliği sanat olmayan bir kitle için pazar yeri hâline geldiğini söylesem, yanılmış olmam sanırım.


Bu da bizi tam da Kundera’nın vurguladığı noktaya getiriyor: İnsanlar, sahip oldukları zamanla ne yapacaklarını bilmedikleri için, yaşamlarının büyük bölümünü güdülerek geçiriyor. Çoğu insanın sık sık, “Her şey giderek anlamsızlaşıyor” diye şikâyet ettiğini duyuyorum. Ben de zaman zaman onlardan biri oluyorum. Ama aslında olan şey, dünyanın anlam kaybetmesi değil de insanların anlamı yorumlama niteliğinin kaybolması değil mi?

 

Şaka ve mizah, Kundera için dünya ile baş etme yöntemi. Bu özelliği nedeniyle fazlaca sempati duyduğum biri aynı zamanda. Fakat mizahın düşüşüyle beraber, edebiyatın da kendisinin kabul ettiği anlamıyla var olamayacağını düşünerek, adeta süngüsü düşmüş bir şekilde sahneden çekilir. Çekilirken de kendisinin bugüne kadar alay ederek, hicvederek değiştiremediği şeyleri gamsızca onaylama şekli olarak bir kayıtsızlık şenliği bırakır bizlere.


Bir sonraki gönderiye kadar…

Sevgiler!

Buket

Yazı: Blog2_Post
bottom of page