top of page
Ara

“Evdeki” Bize Ne Söylüyor?

Güncelleme tarihi: 28 Tem 2023


Yusuf Atılgan’ın “Evdeki” isminde bayıldığım bir öyküsü var. Öyküyü çok sevmemin sebeplerinden ilki ismi. Öykünün merkezi, kahramanımızın evdeki varoluşu olduğu için, isim seçimini oldukça başarılı buluyorum. Ayrıca, ana karakterin bir kadın olmasına rağmen, öykünün isminden bunu anlayamıyoruz. Bu da kadının varlığını, cinsiyetinden öne geçiriyor bence ve bu nedenle de benden tam puan alıyor.


Öyküyü edebî açıdan çok ilgi çekici bulmamın yanı sıra, bu gönderideki asıl amacım, öykü üzerinden toplumsal cinsiyet meselesini ve bu meselenin kadınlarda oluşturduğu baskıyı irdelemek.


“Bu hâlâ bir ‘mesele’ mi ya?” diyenleriniz, “Toplumsal cinsiyet tam olarak ne oluyor aslında?” diye düşünenleriniz veya sadece “Neymiş bu öykü acaba?” diye merak edenleriniz olabilir. Hepiniz hoş geldiniz, şöyle içeri buyurun.


Toplumsal cinsiyet ‘meselesi’

Toplumsal cinsiyet, biyolojik cinsiyetimizden farklı olarak, doğduğumuz andan itibaren toplum tarafından inşa edilen, yani aslında bizim irademiz dışında gelişen bir süreç. Bu nedenle İran’da kadın olmakla İsveç’te kadın olmak aynı şey olmuyor. Bambaşka coğrafyalarda doğan ve yetişen kadınlar, her zaman sadece “kadın olmak” ortak paydasında buluşamıyor. Buradaki kilit kısım “bambaşka coğrafyalar”. Yani farklı kültür dinamikleri, farklı toplum normları ve dolayısıyla kadın ve erkeğe biçilen farklı roller. Bu da şu demek aslında; sadece doğuştan gelen ve size verilen biyolojik cinsiyetiniz, varoluşunuzu temellendirmeye yetmiyor. Bu kocaman ‘toplum’ faktörü nedeniyle, varoluşunuz kimi zaman koruma altına alınmaya, onaylanmaya ihtiyaç duyuyor. Ataerkil bir toplumda kadının ikinci plan bir cinsiyet olarak ele alınışı karşısındaki feminizm ve diğer cinsiyet eşitliği hareketleri bu durumun bir kanıtı.


Özetle; toplumsal cinsiyet, toplumun kadına ve erkeğe atfettiği rollere göre şekilleniyor. Bu da bu konunun bir ‘mesele’ hâline gelmesindeki temel sebep.


Ben bir kız çocuk olarak dünyaya geldikten ve kendimi bilmeye başladıktan itibaren, gece geç saatte yalnız başıma sokakta olmamam gerektiğinin farkında olarak yetiştim mesela. Bu gereklilik bana, “kızlar gece gece sokakta dolaşmaz” şeklinde gerekçelendirildi hep, o kadar. Bu konuda yalnız olmadığımın da farkındayım. O yüzden bugün bizimki gibi toplumlarda gece geç saatte evine dönen veya bir yere giden bir kadın tecavüze uğradığında, “O saatte ne işi vardı acaba?” diye düşünenler veya bunu sesli olarak söyleyenler olabiliyor. Kız çocuklarının oyuncakları, kıyafetleri için seçilen renkler, oturuşlarıyla veya davranışlarıyla ilgili uyarılar, bakışlar ve bunun gibi hepinizin aşina olduğu pek çok alt metin, kadının toplumda nasıl konumlandırıldığıyla ilgili ve birçok toplumsal yarayı oluşturan irili ufaklı bıçak darbeleri adeta.


Bahsettiğim örnekler kadın cinsiyeti üzerinden olunca, aklınıza şu soru gelebilir: Toplumsal cinsiyet eşitliği bir kadın meselesi mi? Hayır, kesinlikle değil. Fakat evet, böyle bir algı var. Ayrıca yine evet; toplumsal cinsiyet eşitliği daha ziyade kadınlar için bir mesele. Bunun arkasında da az önce örneğini verdiğim ataerkil toplum dinamiklerinin bireylere çocukluklarından itibaren işlediği düşünce kalıpları yer alıyor.


Bugün bu zihniyetin eskiye kıyasla son derece azaldığını düşünüyor olabiliriz. Bu da yine genellikle benzer düşüncelere sahip insanların oluşturduğu bir çevreye ve onların paylaşımlarına maruz kalışımızdan ileri geliyor. Halbuki Kadir Has Üniversitesi tarafından gerçekleştirilen "Türkiye'de Toplumsal Cinsiyet ve Kadın Algısı Araştırması’nın geçen yılki sonuçlarına göre kadınların erkeklere kıyasla daha az hak ve imkâna sahip olduğu düşüncesi artıyor. Üstelik bu soruya olumsuz yanıt veren kadınların oranı son iki yılda %89’lara kadar çıkmış. Bir diğer enteresan sonuç da feminizmin kadın üstünlüğünü savunduğunu düşünenlerin oranındaki artış.


Dolayısıyla burada biraz feminizmden de söz açmak gerek. Araştırma sonucunun da gösterdiği gibi feminizm çoğu zaman kadının üstünlüğünü vurgulayan bir hareket olarak algılansa da, esasen feminizm de kadınların ve erkeklerin fiziksel ve üreme işlevleri bakımından farklı yaratılışta olduğunu kabul ediyor. Fakat bu farklılıkların kadınların ve erkeklerin sahip olabileceği fırsatlar veya yapacakları faaliyetlerle bir ilgisi olduğunu reddediyor. Yani üstünlüğün tam aksine asıl konu eşitlikle ilgili. Toplumsal cinsiyetin ve onun dayattığı unsurların, kadının birey oluşunun önüne geçişiyle ve haklarını kısıtlayışıyla ilgili.


“Evdeki” kadının varoluş mücadelesi

Toplumsal cinsiyet konusunun aslında hâlâ bir mesele olduğuna dair bu kısa girişten sonra, şimdi biraz da Atılgan’ın öyküsünü konuşalım. Atılgan aynı zamanda bu öyküyle 1954 yılında takma isimle Tercüman’ın hikâye yarışmasına katılıyor ve birinci oluyor.


Öykünün merkezinde, girişte de belirttiğim gibi, hayatının sınırları, içinde yaşadığı kasaba ve oradaki insanların ortaya koyduğu değerlerle çerçevelenmiş bir kadının evdeki izole ve etrafına yabancılaşmış varoluşunu görüyoruz.


  • Atılgan, öykünün daha en başında, karakterimize henüz çocukken yüklenen “anne ve eş olma” rolünü etkileyici bir sahneyle ifade ediyor. Pencereden dışarıyı seyreden kadın, çocukluğunda aynı pencereden top oynayan çocukları seyrettiğini hatırlarken, annesinin “Kız, koca mı arıyorsun orada?” dediğini ve utandığını düşünüyor.

“Koca aramak”, “koca bulmak” gibi tabirleri, toplumun hangi kesiminden olursa olsun, hiç duymamış bir kadın olmadığını tahmin ediyorum. Hiç kimseden duymadıysanız, aile büyüklerinizden biri mutlaka söylemiştir. Çünkü yaşadığımız toplum, bir kadının eşi olmasını bir tür başarı faktörü olarak dayatıyor. Buradaki sorun, kadının bir eşi olması fikri değil, bu fikrin kadına dayatılıyor olması. Öyle ki, az önceki tabirler gibi daha pek çok atasözü veya ifade dilimize işlemiş vaziyette. Bu durum da zaman içerisinde kadının toplumsal cinsiyetini daha da keskin şekilde sınırlamış. İronik bir durum ama bu yazıyı yazarken okuduğum Yusuf Atılgan’ın öykücülüğüne dair bir akademik makalede; öykünün ana karakterinden “evde kalmış kız” diye bahsediliyordu mesela. “Evde kalmak” ifadesini son derece kanıksadığımız için, bunu söylerken aslında bir kadına nasıl bir rol biçtiğimizin farkında değiliz. Çünkü üzerine düşünmemişiz ve zaman içerisinde bu ve bunun gibi ifadelerin kullanımını normalleştirmişiz. İşte bütün problemler de bu kanıksamak veya normalleştirmek aşamasında başlıyor.


  • Öykünün devamında otuz yaşına yaklaşmış bir kadın olarak karakterimizin evli olmayışı üzerinden kendisine yapılan baskıyı hissediyoruz. Evlenmek kadar evlenmek istememenin de bir tercih olabileceğini kabul etmeyen, evliliği kadın için bir statü atlamak olarak değerlendiren, evlenmemiş bir kadını çeşitli açılardan kusurlu sayan ve hatta çevresi için bir tehdit unsuru olarak gören bir toplumun baskısı bu.

  • Aynı toplum, kadına sadece eş ve anne olma rolünü atfettiğinden, karakter eğitim hakkından da yoksun bırakılmış. Nitekim eğitim konusu, toplumsal cinsiyet eşitsizliği kapsamında her zaman kadınların haklarını aramak zorunda kaldığı sancılı süreçlerden biri olmuştur. Öyküde de karakterimiz, dayısının verdiği bir kitabı alıp sedire uzanırken, dayısının İngiltere’de okuduğundan ve kendisine “Erkek olsaydın seni oraya yollardım” deyişinden bahsederek bu yoksunluğa dair bazı ayrıntıları aktarıyor bize.

 

“Toparlamak gerekirse; “Evdeki”, kadının toplumsal cinsiyeti yüzünden iradesi dışında hapsedildiği konumu ve varoluş mücadelesini anlatan kısa bir öykü. Buna rağmen toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ayna tutan birçok incelikli ayrıntılarla bezeli, son derece lezzetli bir öykü bana kalırsa. İşin acıklı kısmı, bu öyküyü toplumsal cinsiyet eşitsizliği açısından değerlendiren herhangi bir içeriğe maruz kalmadan okursanız, muhtemelen bahsettiğim detayların hepsini fark etmeyeceksiniz veya sizi o kadar rahatsız hissettirmeyecek. Çünkü birçoğu az önce de bahsettiğim gibi, “yuvayı dişi kuş yapar” türünden kanıksadığımız söylemler.


Toplumdilbilim (sociolinguistics) diye spesifik bir bilim dalı var. Toplum ile dil ilişkisini her yönüyle araştırıyor. “Kız almak” ve “kız vermek” Türkçede var olan ve bizim toplumumuzun bakış açısını yansıtan deyimler mesela. İşte bu yüzden dili değiştirmek önemli. Dili değiştirmek, toplumsal zihniyeti değiştirmek oluyor uzun vadede. Toplumsal zihniyet değiştiğinde de cinsiyetlere dair normlar farklılaşıyor. Söylemlerimiz bu nedenle hayatî.


Son olarak, öyküyü okumamış olanlarınıza elbette okumanızı tavsiye ediyorum. Yusuf Atılgan az sayıda fakat nitelikli eserlere imza atmış bir sanatçı. Kendisinin edebî şahsiyetine önümüzdeki günlerde bir başka gönderide ve bir başka eserini inceleyerek değinmek istiyorum.


Görüşmek üzere.

Sevgilerimle,


Yazı: Blog2_Post
bottom of page