top of page
Ara

Mektupları Yırtıp Attın Diyelim

Güncelleme tarihi: 28 Tem 2023


Yapı Kredi Yayınları Mayıs 2021’de bir güzellik yaparak Edip Cansever ile Alev Ebüzziya’nın 1962-1976 yılları arasındaki mektuplaşmalarını yayımladı. Habil Sağlam tarafından yayına hazırlanan bu mektuplar, benim gibi “Edipçi”leri oldukça sevindirdi hâliyle. Zira mektup türü, ait olduğu kişilerin hayatıyla alakalı bilinenin ötesine geçmek adına edebiyatın en önemli kaynaklarından biri.


Bunun yanında, mektupların ve günlüklerin yayımlanması konusu her zaman biraz tartışmalı olmuştur. Çünkü düşünün bir kere, yıllardır mektuplaştığınız bir sevdiğiniz var. Evet, sevdiğiniz. Aynen Edip Cansever’in sevdiği Alev gibi. En kalbî duygularınızı yazdığınız bu mektuplar, bir gün herkes tarafından okunuyor. Bunu biz düşününce hafiften gerilmemiz normal. Fakat söz konusu Edip Cansever’in yazdığı mektuplar olunca, yıllar sonra ve iyi ki bu şekilde edebî birer sanat ürünü olarak karşımıza çıkıyor ve bizi kendisiyle biraz daha yakından tanıştırıyor diyoruz. Alev Ebüzziya da böyle düşünmüş olacak ki, elli yıl sonra kendisine büyük sevgi ve güven duyularak yazılmış bu Edip Cansever satırlarının yayımlanmasına karar veriyor.


Bu gönderide Edip ve Alev’in mektuplaşma serüvenine dâhil oluyor ve mektup kültürü üzerine düşünüyoruz.

 

Edip ile Alev 1960’lı yıllarda İstanbul’da bir arkadaş ortamında tanışıyor. Alev bir seramik sanatçısı, Edip kalbimizin şairi. Önce İstanbul’da başlayan bu mektuplaşma serüveni, Alev’in 1962 yılında Danimarka’ya taşınmasıyla beraber uluslararası bir hatta 1976 yılına kadar devam ediyor. Şaka değil, tam on dört yıl. Üstelik biraz inişli çıkışlı bir on dört yıl. Çünkü Alev, Danimarka’ya gidişinden beş yıl sonra orada biriyle evleniyor. Bu evlilikten sonra, ikili arasındaki ilişki daha ziyade sıkı bir dostluk olarak devam ediyor.


Alev’in uzaklığını ilk olarak, Edip’in Ekim 1966’da yazdığı mektubundaki serzenişten hissetmeye başlıyoruz. En son yazdığı Haziran tarihli mektubundan sonra yazmaya epey seviyeli başlıyor Edip bu mektupta. “İlgisizliğine yakışır bir neden bulamadım bir türlü.” diyerek konuşmak istediğini söylüyor.


Ekim 1967’den itibaren Edip’in mektupları genellikle “Sevgili Alev” diye başlıyor ve dostluklarını vurgulayan tonlamalar artıyor. Ama buna rağmen satır aralarında zaman zaman hafif dokundurmalarıyla Edip’in bu duruma içerleyişini de sezinleyebiliyoruz.


Bir gün “Bir Seramikçinin Notları” diye bir yazı serisi teklif ediyor Edip Alev’e. Çabalarını, edindiği bilgi ve görgüleri günlük biçiminde, her gün on satır yazamaz mısın, diye soruyor. Bir sonraki mektupta Alev’in bu öneriyi kabul edip günlük tutmaya başladığını öğreniyoruz.


Nihayet Kasım 1975’te yazdığı mektupta, Alev’den gelen bütün mektupları yırttığını öğreniyoruz Edip’in. “Üzülüyorum ama zorunluydu” diyor ve devam ediyor: “Gene de bir avuntu kalıyor. Şöyle; benim sana yazdıklarımda, biraz da senin bana yazdıkların yok mu?”

Neden ve hangi duygularla yaktığına dair daha fazla ayrıntı öğrenemiyoruz. Bu nedenle de kitap boyunca yalnızca Edip’in mektuplarını, aslında karşılıklı bir diyalogun yalnızca bir kısmını tek taraflı bir konuşma olarak okuyoruz.


1976 yılının başlarından itibaren Edip’teki tutukluğu, “yazamama” hâlini mektupların seyrekliğinden görüyoruz. Kendisi de açıktan söylüyor zaten. Haziran 1976’da mektubu bitirmeden önce; “Sen bir gün gitmiştin. Sonra hep gittin. Yakınmıyorum. Öyleydi.” diye yazıyor.


Nihayet bu serüven, Ağustos 1976 tarihli mektupla bitiyor. Edip’in son cümlesi; “Öperim. Ben de çok özledim” oluyor.


İki Satır

Son mektubu okuduğumda, daha sonra neler olduğunu, tekrar ne zaman yüz yüze görüştüklerini, ilişkilerinin nasıl bir düzeyde seyrettiğini merak etmeden edemedim doğrusu. Bütün bunların cevabı şu an yalnızca Alev Ebüzziya’da saklı elbette. Fakat bu yüz yirmi üç mektuptan da öğrendiğimiz pek çok şey var. Alev Ebüzziya Avrupa’dan Edip Cansever’e bej kazak gönderdiği için Alev’in annesinin şaire “Bej Çocuk” dediğini duyuyoruz mesela. 1969 yılında Bebek Koyu’nda deniz üstünde “Mahama” adında bir yüzer gazino olduğunu öğreniyoruz. Bir Çekoslovak filmine dair izlenimlerini dinliyoruz şairin.


Bütün bunlar, bu mektuplar sayesinde oluyor. İki sanatçı, kendi zamanlarının çok ötesindeki insanlara kendilerine dair bir şeyler anlatıyor. Bu durumu çok etkileyici bulmuşumdur her zaman. O yüzden mektuplara saygı duyarım. Mektup yazmayı, mektupları saklamayı önemserim.


Mesela yirminci yüzyıl Alman edebiyatında Stefan Zweig mektup yazmayı en çok seven edebiyatçı olarak kabul ediliyormuş. Rilke, Gorki, Hesse ve kendisinden yirmi beş yaş büyük Freud gibi zamanının önemli edebiyatçılarıyla sık sık yazıştığı söyleniyor. Bu sayede kurduğu ilişkiler onun için yaşam gereksinimiymiş.


Mektubun bu önemli belgesel niteliğinin bir diğer örneği de Anne Frank. Onu en iyi günlüğüyle biliyoruz tabii ama savaş sırasında ABD’deki arkadaşı Juanita Wagner’e yazdığı mektuplar da çok şey anlatıyor. Anne ve Juanita arasındaki mektuplaşmaya Juanita’nın öğretmeni vesile oluyor. Öğrencilerinin dünyanın farklı yerlerinde mektup arkadaşları olmasını isteyen öğretmen bir gün okula Anne Frank’ın gittiği okuldan bir liste getiriyor. Herkes listeden bir mektup arkadaşı seçiyor, Juanita da aynı yaşta oldukları için Anne Frank’ı seçiyor. Anne Juanita’ya mektuplarında kendisi hakkında yazıp, kartpostal koleksiyonundan bahsediyor ve Amsterdam’ın kanallarını gösteren fotoğraflar gönderiyor. Nazilerin Hollanda’ya işgal etmesiyle beraber ikili arasındaki mektuplaşma kesiliyor, zaten beş yıl sonra da Anne Frank ölüyor.


Özetle mektuplar, her ne kadar söz konusu kişilerin özel hayatına dair bilgiler içerse de, ait olduğu döneme şahitlik etmesi açısından da büyük önem taşıyor. Ahmet Arif’in Leyla Erbil’e yazdığı mektuplardan Arif’in iç dünyasına ve büyük aşkına şahitlik ederken, bir taraftan da sürgün yıllarına, dönemin siyasi atmosferine dair de fikir edinmemize yardımcı oluyor.


“Görüldü”

Peki mektuplaşma bitti mi?


Mektup türü ortadan kalkmadı elbette. Yaşamaya, şahit olmaya, düşünmeye ve hissetmeye devam ettiğimiz sürece de ortadan kalkacağını sanmıyorum. Fakat özellikle başka biri(ler)ine mektup yazmaktan söz ediyorsak, şeklinin epey değiştiği ortada. Burada teknolojinin payı büyük. Uzun zamandır haberleşmediğimiz ve artık başka bir kıtada yaşayan üniversiteden arkadaşımıza hâl hatır sormak, bir whatsapp mesajıyla ya da bir e-posta ile çok daha kolay ve anlık. Ama bana sorarsanız kesinlikle aynı tatta değil. O yüzden ben mesajlaşmayı veya mailleşmeyi mektuplaşmayla aynı kefeye koyamıyorum.


Bir kere mektup yazmak, mesaj ve e-postanın aksine, düşüncelerimizi sakince toparlamamıza fırsat veriyor. Anlık mesajlaşmalarda bu mümkün olmayabiliyor. Söylenen bir söze çoğu zaman tepki veriyoruz. Zaten şu an her mecradaki yazışmada, birçok emojiyle yalnızca ‘tepki vermek’ mümkün. Herhangi bir şey söylemenize bile gerek yok. Mektup ise, başlı başına bir kültür. Kâğıdı kalemi elinize aldığınız andan itibaren çoğu zaman nereye varacağını bilmediğiniz bir serüven.


Tolstoy’un eşi Sofya’ya sekiz yüz küsur mektup yazdığı ve bunları birer “karşılaşma” olarak nitelendirdiği söyleniyor.


Bu bilginin doğru olup olmadığından ziyade verdiği kıssadan hisseyle ilgileniyorum ben. “Karşılaşma”. Bazen kendimizle bazen karşımızdakinin başka bir yüzüyle karşılaşma. Bir şeyleri anlatamadığımızı düşünürken aniden çözülüverme.


Mektubu, karşımızdakinin bize özel olarak zaman ayırdığını göstermesi bakımından da çok kıymetli buluyorum. Çünkü biliyoruz ki en değerli varlığımız, zamanımız. Dolayısıyla bu açıdan bakacak olursak, mektup yazarak karşımızdakiyle ne tür ve ne seviyede bir ilişkimiz olursa olsun, kendisini değerli hissettireceğimiz kesin.


Kişinin kendine has el yazısıyla yazdığı bir mektup, sizi bilmem ama benim için küçük bir hazine niteliğinde.

 

Son olarak, mektup kültürünü övmeme fırsat verdiği için zaten sevdiğim Edip’e, Alev’e yazdığı mektuplardan ötürü teşekkür ediyorum. Kitap, her iki sanatçıyı da daha yakından tanımanız için hem güzel bir fırsat hem de keyifli bir okuma deneyimi.


Sevgilerimle!

Buket

Yazı: Blog2_Post
bottom of page