John Fowles, üniversite yıllarımda “Koleksiyoncu” kitabıyla tanıştığım ve o zamandan beri okumaktan oldukça keyif aldığım bir yazar. Anlatım gücünün yüksek olmasının yanı sıra, özellikle zeki ve bağımsız kadın karakterlerini de çok seviyorum.
“Ağaçlar”da, Fowles bir nevî kendisini bizlere açıyor ve onun doğaya olan yakınlığını, kendisinde bıraktığı etkileri ve romanlarının ortaya çıkış sürecini nasıl etkilediğini anlatıyor.
Gerçekliğin kaosu
Kitabın ilk bölümünde Fowles, babasıyla ilişkisinden yola çıkarak, doğa konusunda ayrıştıkları noktaları irdeliyor ve nihayetinde kendi bakış açısını ortaya koyuyor. Onun bahçeleri, ağaçların dilediği gibi büyümeye bırakıldığı koruluklar ve ormanlar. Çünkü kendisi, gerçeğin kaosunu budamaya, onu evcilleştirerek sabit biçimlere sokmaya karşı.
Buradan hareketle, yalnızca bilimsel yaklaşımın bizleri doğayı tam anlamıyla yaşamaktan ve doğanın tam anlamından saptırdığını söylüyor. Çünkü böyle bir yaklaşım genellikle amaçlıdır, daha fazla bilgi peşinde koşmaktır. Buradaki en büyük yanılgının da, bilimsel yöntemdeki sınırlı doğanın, sıradan bir deneyimdeki doğaya benzediğini farz etmemiz olduğunu ifade ediyor. Her saniye dikkat kesilmekle başlayan böylesi sıradan bir deneyim, Fowles’un babasına göre mantık dışı, kontrol edilemez ve hesaplanamaz olması bakımından bir anlamda “yabani”dir aslında. Ama Fowles bu yabaniliği, insanın varoluşunun neredeyse tüm zenginliğini oluşturan içsel ve dışsal gerçekliğin karmaşık bilincine benzetiyor. Ve bu yabaniliği, vahşi doğayı olduğu şekliyle bırakmadıkça ve kullanılabilirlik kavramından ayırmadıkça, doğayı asla tam anlayamayacağımızı ve ona saygı duyamayacağımızı düşünüyor.
Asıl tehlike: Doğadan kopuş
Yazar aslında tüm metin boyunca; doğayı sahiplenilebilecek, kontrol edilebilecek veya sürekli olarak gizemi çözülmesi gereken bir yer olarak görülmesi fikrini tartışıyor. Bunu yaparken de sık sık kültürel yerleşmişliklere, insanların ortak bilinçaltına ve bakış açısına eleştirilerde bulunuyor. Bu nedenle gerçekten tehlikede olanın doğanın kendisinden çok, bizim ona olan tavrımız olduğunu söylüyor.
Fowles, gelecek binyılda bizi bekleyen tehlikenin, doğadan duygusal ve entelektüel yönden giderek kopuşumuzda olduğunu söyleyerek, çarenin yalnızca doğayı koruma hareketinin başarısına ya da başarısızlığına bağlı olmadığını belirtiyor. Bunun ancak, bilimsel devrimin dünyayı bireysel olarak algılama biçimimizde ve yaşama tarzlarımızda yol açtığı değişikliklerden ötürü doğaya olan borçlarımızı ne kadar kabulleneceğimize bağlı olduğunu ifade ediyor.
Buradan çoğumuzun mantalitesindeki ortak noktaya vurgu yapıyor: Sahip olamayacağımız, tam denetim altına alamayacağımız ve göremeyeceğimiz yahut anlayamayacağımız şeylerden uzak duruyoruz. Yani bu “sahiplenme” dürtüsü doğaya karşı yabancılaşmaya ve hatta bazen düşmanlığa yol açıyor. Fowles bu savını, insandaki bu gasp etme huyunun Afrika’daki köle ticaretinin bütün dehşetinin gerekçesi oluşuyla örnekliyor. Britanya ve Amerika’da kölelerin özgürlüğünü başlatan şeyin ise bilim ya da bilimsel mantık değil, dinsel vicdan ve kendini onların yerine koyma duygusu olduğunu hatırlatıyor.
“Doğa bir şekilde bizim dışımızda, sınırla çevrili ve yabancı, yani ayrı görüldüğü sürece hem bizim için hem de bizim içimizde yitiktir.”
Esasında Fowles’un burada vurgulamak istediği şey, insan doğası ve insandışı doğanın birbirinden ayrılamaz olduğunun koşulsuz kabulüdür. Bu olmadığı sürece, en mükemmel bilimin ve hatta sanatın bile tek başına işe yaramayacağını düşünür.
Bu ifade, yaşam boyu mücadele ettiğimiz pek çok konuya ışık tutan bir empati gösterisi değil mi gerçekten de?
Kurgunun en iyi analogu
Fowles’a göre ağaçlar ve orman düzyazı kurgunun en iyi analogu. Bunun nedenini de şöyle açıklıyor:
“Doğanın doğasında, şimdiliğinde, görünürdeki geçiciliğinde, yaratıcı mayasında ve gizli potansiyelinde, ruhumuzdaki vahşi ya da yeşil adama çok benzeyen bir şey var; ve otomatik bir geçmişliğe, yani sadece sınıflandırılacak bir şey, o zaman alınacak bir görüntü statüsüne indirgendiği anda kaybolan bir şey bu.”
Burada, kültürün sadece bildirilmiş geçmişe, kamusal bir şekilde çerçevelenmiş, basılmış olana, açıkça sanatsal ya da bilimsel bir perspektifle sabitlenmiş şeylere güvenmemiz gerektiğini söylüyor oluşunu ve şimdiye, bu âna, bu bizzat görme eylemine güvenimiz olmayışını eleştiriyor.
Analojisini destekleyen diğer argüman ise, tüm romanların bir şekilde özgürlüğe erişme denemesi olduklarına inanması. Fowles, her sanatsal yaratının doğasında “normal dünya”dan bir kaçış süreci olduğunu ifade ediyor. “Bu kaçış bir “vahşi”liğe ya da normalde bastırılan ve toplumca yasaklanan bir benliğe doğru olsa gerektir; daima, gündelik gerçeğin ötesinde, hiçbir zaman tam kavranamayan yahut açıklanamayan, daima, fark edildiğinden daha büyük potansiyelde bir karmaşa olan, ama kimsenin bizim kadar derinlerine giremeyeceği bir yere.”
Yani doğaya, ormana, ağaçlara.
Fowles, ağaçlara tüm kişisel gereksinimlerden daha çok değer veriyor oluşunu; ağaçların, doğanın en gizli şeylerini açık eden en iyi ve doğanın yüreğine en yakın haberciler gibi gelmesinden dolayı olduğunu söylüyor.
Hepimiz doğaya karşı Fowles’unki gibi adeta kutsal bir bakış açısı olmayabilir. Bu noktada Fowles ile aynı fikirde olmayabiliriz, bu da son derece normal. Zaten bana kalırsa Fowles’un bahsettiği “empati” ve bu sayede “anlayış” geliştirmek için illaki bu seviyede bir bakış açısına sahip olmaya gerek yok.
Buradaki esas konu, bizim, dışımızda kalan doğal dünyadan ayrı olduğumuzu varsayan düşünsel refleksi değiştirmek. Ancak bu sayede büyük bir yanılgıdan kurtularak, kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz duyarlılığı kazanabileceğiz. En azından ben bu noktada Fowles ile hemfikirim.
Commentaires